Özge Özay Sökmen / Küçük Kadının Parmaklarından...

Özgeçmişİlk yazımdan da tahmin ettiğiniz üzere Çanakkale doğumluyum. 1987 yılında gözlerimi bu güzel cennette açtım. Babamın kaymakamlık görevini yaptığı, sırasıyla Adana Bahçe, Elazığ Karakoçan, Mardin Kızıltepe, Amasya Taşova ve Diyarbakır Silvan ilçelerinden sonra eğitim ve öğretim hayatıma ilkokula ikinci sınıftan itibaren Ankara’da devam ettim. Lisans eğitimimi Başkent Üniversitesi, Sigortacılık ve Risk Yönetimi bölümünde tamamladıktan sonra, Ankara’da yedi aylık bir iş tecrübem oldu. 1 yıllık evliyim ve henüz 2 aydır eşimin işi sebebiyle Fujairah’da yaşıyoruz. Henüz çalışmıyorum ama en büyük arzum bir kariyer. 

Özge Özay Sökmen

Ankara | 01 Ağustos 2014

Size cücelerimizin yaşadığı değişikliği ruh halini ancak bir örnekle anlatabilirim;

Birgün birisi geldi ve size artık iphone, ipad, samsung, blackberry' lerinizin olmadığını, son mesajınızı son Instagram güncellemelerinizi yapmanızı, artık onların olmayacağını, iletişiminizi mektup ev telefonu gibi yollarla sağlayacağınızı söylüyor. Ne yapardınız?

 

İşte o hesap. 12 gün önce 14 haziran sabahı, bezlerinin durduğu ve her zaman oradan beraber bez aldığımız çekmecede, bir gün önceden bir adet bez bıraktım. Geçtiğimiz iki gün de, devamlı cüceme; benim kızım artık bezi bırakacak ve çişini kakasını tuvalete yapacak." dedim. O sabahta aynı cümlelerle uyandık sabah bezimizi çıkardık çekmeceyi açtık; "aaa bak Duru bir tane bez kalmış, bu son bezimiz bundan sonra altımıza külot giyeceğiz. Tamam mı annecim". Cevap başına geleceklerden habersiz, daha önceden birlikte aldığımız fareli, tilkili, çiçekli külotları hayal eden bir "hı hı" tamam anlamına gelen. Son bezimizi taktıktan birkaç saat sonra kaka yaptığını belli eden hareketlerle yine alt açmaya gittik. Altını temizledik, yıkadık ve bezi beraber son bezimiz diyerek çöpe attık. Altına da külot giydirdim. Çok rahatlamış gibi görünüyordu. Çünkü son birkaç haftadır devamlı bezlerinin cırt cırtını açıp çıkarmaya çalışıyordu. Altında pantolonda olsa badi de olsa devamlı bezi açma çabasındaydı. Bu sebeple bezsizlik onu bayağı mutlu etmişti. Bezsiz yürümenin koşmanın tadını çıkardı birkaç dakika. Devamlı yanındaydım, başka hiçbir işle ilgilenmeden gözlemliyordum. İki saatte bir lazımlığa oturtacak, yemeklerden de yarım saat sonra kaka için tekrar lazımlık ziyareti yapacaktık. Arada çişin var mı kakan var mı olunca söyle diyordum. Gerek çocuk gelişim uzmanımızla gerek de hastanede takip eden doktorumuzla konuştuğumuz üzere gece bez takmaya devam edecek gece bezini daha sonra bırakacaktık. Duruma göre belki deneme küloduyla geceye geçiş yapabilirdik.

 

Bu arada ben evdeki kazaları aza indirmek için birkaç önlem almaya karar verdim. İşe evimizdeki tek halı olan, ama tv izlerken devamlı üzerinde olduğu halıyı kaldırmaya karar vermekle başladım. Duru'nun gözden kaybolduğunu farkettim, salona gittim ve bizim cüceyi halıya çiş yaparken yakaladım. Dıkşııın. İlk kurşun karşıdan geldi. Kucakladım "olur böyle kazalar olacak ama öğreneceğiz tuvaletimiz gelince söyleyeceğiz" dedim. Fark ettiyseniz annecim, kuzum, kızım, bebeğim gibi sevgi sözcükleri birden yok olmuş, yumuşak ses tonuyla gizli tehdit içeren temenni cümleleri almıştı yerini. Temizlendi yeni külot giydirdim birkaç saat çiş olmayacağını bilmemin rahatlığıyla birkaç işimi hallettim. Bu ana kadar yanlızdım. Öğlene doğru annem gelecekti destek kuvvet ekibi olarak. Bu işe yanlız kalkışmamanızı tavsiye ederim. En azından birkaç saatliğine bir arkadaş, abla, teyze size eşlik etmeli, sizi rahatlatmalı. Çünkü rahat bir insan değilseniz benim gibi; bu süreç biraz zor olabiliyor. Şunu sakın unutmayın biz de insanız. Bizimde sabrımız var. Ama sınırlarınızı zorlayın ve olabildiğince sakin sabırlı ve mutlu olmaya çalışın çünkü hissediyorlar bu cüceler herşeyi.

 

Takip eden saatlerde ev mayın tarlası, ben hala sabrını korumaya çalışan anne iki saatte bir sabırla lazımlığa oturuyoruz. Ama lazımlıktan kalktıktan beş on dakika sonra evin herhangi bir yerine çiş bırakılıyor. Henüz kakadan eser yok. O gece altına bez bağladım lazımlığa sıfır isabet eve ise sayısız çişle günü bitirdik. Sabah kalktığında bezi doluydu. Açtık bezi attık külot giydik. O günde aynı birgün önceki gibi geçti daha ikinci gün diyerek kendimi avuttum. O gün joker bebeden alıştırma külodu aldım. Jok jok marka bir kutuda aynı bedenden iki külot bulana kadar baya zorlandım. Sonunda bir çift aynı beden külot buldum ve eve gittim evde annemle birlikteydiler. Henüz dışarı çıkmaya hazır değildik. Su içip alttan çıkaran oyuncak bebekler gibiydi. Devamlı ortalığa çiş yapıyordu. O gece deneme külodunu giydirdim. Saati üçe kurmuştum kalkıp kontrol edecek gerekirse tuvalete götürecektim. Yatak görülmeye değer bir manzaraya şahit olmuştu. Anlatmama gerek yok her iki dışkıdan da mevcuttu yatakta gecenin o saatinde sabırla onu temizleyip giydirip güzel sözlerle de sakinleştirmeye çalışıyordum. Aslında sakindi. Çünkü uyuyordu. Uyanmadan hallettik babanın yanına yatırdım ve gecenin o saatinde çamaşır yıkadım. Ne yapalım anne olmak kolay değil.

Takip eden günlerde de aynı tempo vardı. Su iç çiş yap ama ortalığa. Tam bir hafta olmuştu. Evde bunalan Duru, ben ve annemin ortak kararı ile biraz annemin evini batırma kararı aldık. Anneme gittik ve birkaç saat sonra Duru telaşla yanımıza geldi ve kakam dedi. Heyecanla lazımlığa oturttuk ve çişşşşş. O an gözlerimdeki sevinç Duru'daki rahatlamış hal görülmeye değerdi. Okuduklarım doğrultusunda çok fazla tepki vermemem gerektiğini biliyordum. Onun için en büyük ödül büyük bir gülümseme ile aferindi bunu biliyordum. O gün sadece bir kere dışarıya çiş kaçırdı. Kaçırdı diyorum çünkü lazımlığa yetişemedik. Onun dışında hep isabet ettirmişti. Fakat kaka yoktu henüz. Kakayı tutuyordu. Bezi bıraktığımız üçüncü geceden beri kaka yoktu. Annemin evinde keramet olduğunu düşünerek, oraya gittik ertesi günde. O gün büyük buluşma gerçekleşti ve kaka ile lazımlık biraradaydılar. Büyük mutluluk büyük rahatlama annemin ve durunun başarısı, kendimden beklemediğim derecedeki sabrımın sonuydu bu tablo. Geceleri ise bir kuru bir ıslak uyanıyorduk. Gece konusunda endişeli değildim. Önceliğim gündüzdü.

Bayram geliyordu ve bayramda İstanbul'a gidecektik. Mert, ben ve kayınpederim cumartesi günü yola çıktık. Yol boyu portatif lazımlığımızı kullandık. Bu arada bu muhteşem aletten bahsetmeyi unuttum. Popi benim can yoldaşım popi. Katlanır çantasında taşınır, lazımlık olarak kullanılan tek kullanımlık doğa ile dost poşetleri var. Arzu edilirse klozet aparatı görevi de görüyor. Ama duru henüz klozet ile yakınlaşma aşamasına gelemedi. Hala klozete tepkili. Ama bu popi bizim hayatımızı kurtardı. Duru çantasında kendisi taşımayı da çok seviyor. Biraz da o yüzden hevesle dışarıda bağırıyor; kakamm kakammm geldiii diye. Herkesin yemek yediği boğaz manzaraları bir restaurantta ancak Duru kakammm diye bağırırsa kulağa sevimli gelir ve insanlar da ufakta olsa bir tebessüm oluşur. Tatil gündüzleri rahat ama bir gece ıslak bir gece kuru olarak devam etti. Eğer gece saati kurup kaldırıp oturtursam yapıyordu. Eğer kaldırmıyorsam ıslatıyordu. Daha hiç anne çiş kakam diye uyandırmadı beni. Farketmişsinizdir Duru'ya göre kaka da çiş de "kakam".

Henüz tuvalet dışında lazımlığı kullanmışlığımız yok. Avm içi kafede çimlerde gibi. Ama zor durumda kalırsam onu da yaparım. Anne olmayan yargılayan gözleri umursamamayı dışarıda çocuk büyüten bir kadın olarak öğreneli çok uzun zaman oldu. Bu konuya da bilahare deyineceğim.

Aslında galiba biz bu işi hallettik. İnanamıyorum ama hallettik. Sıra emzikte. Önümüzdeki hafta okula başlayacak olan cücem bezsizliğe ve okula alışınca da sıra emziğe gelecek. Bakalım onu nasıl atlatacağız.

Esen kalın takipte kalın.

 

Özge Özay Sökmen

Kilitbahir | 

Bir sürü tarihi olaya, destansı  kahramanlık öykülerine sahne olmuştur, Kilitbahir. Çanakkale’nin karşısındadır. Gece gibi sessizdir, suskunluğundan değildir sessizliği konuşmak istemediğinden de değil. Bir konuşabilse çok şey anlatacaktır aslında. Nelere tanık olmuştur, neler görmüştür o cennet. Kimleri tanımıştır, hangi gözyaşlarına tanık olmuştur.

Deniz demektir bahir. Denizin kilidi anlamına gelir köyümün ismi. Çanakkale boğazının, yıllarca en stratejik noktası olmuştur, Kilitbahir. Kurtuluş mücadelesinin en kanlı, en kritik anlarına sahne olmuştur burası. Gittiğinizde, kalbinizin derinliklerinde hissedersiniz bu acıları, bu kahramanlığı, bu destansı öyküyü. Kilitbahir halkı, geceleri, derinlerden Türk askerinin kurtuluş mücadelesinde çıkardığı, “Allah Allah” seslerini duyduklarını söylerler. İsterseniz siz de duyabilirsiniz bu sesleri. Gözlerinizi kapatırsınız, kendinizi kaptırırsınız, belki siz de duyabilirsiniz kim bilir.

Kış mevsiminde, Ankara’da insanın burnunu donduran, ellerini morartan, kat kat giyinseniz de hala iliklerinizi donduran havalarında en çok özlediğim yerdir memleketim. Denizi, kumu, yosunu, gökyüzü, yıldızları, dolunayı bile başkadır Kilitbahir’in. “Gökyüzü, yıldızlar, ay nasıl başka oluyor, her yerde aynı gökyüzü var” dediğinizi duyar gibiyim. Hayır bambaşkadır gökyüzü, yüksek gökdelenleri, alışveriş merkezleri, ışıl ışıl mekanları yoktur köyümün. Apaydınlıktır gökyüzü, uzansanız belki tutabilirsiniz yıldızları. Seyit Onbaşı’na gidip başınızı kaldırırsanız gökyüzüne doğru, dünyanın hiçbir yerinde göremeyeceğiniz gibi görürsünüz gökyüzünü. Uzun uzun bakarsınız doyamazsınız, ayrılamazsınız artık oradan. Bağımlısı olmuşsunuzdur artık, tıpkı benim gibi. Gökyüzü asla yalan söylemez orada, kandırmaz parıltısı yıldızların. Sorarsanız atalarım nerede yatıyor, dedelerim nerede, hangi toprağı kazdıkça altından kan fışkırır diye hiç düşünmeden gösterirler; Setülbahir’i, Abideler’i, Arıburnu’nu, Kabatepe’yi karış karış adım adım tarif ederler size. Yol gösterirler. Bir de severlerse sizi eğer, dünyanın diğer ucuna da gitseniz bulurlar sizi çağırırlar yılın ortasında, burnunuza kadar getirirler kokusunu, çamının, toprağının, denizinin o mis kokusunu. Dayanamazsınız, bir an önce her şeyi bırakıp, bütün sorumluluklarınızı unutup gitmek istersiniz oraya.

Bir gün de olsa gidilir oraya, değer çünkü hakkını verir havasıyla, suyuyla, toprağıyla dinlendirir sizi. Köyümün Arnavut kaldırımını görmeye, meydanda ki kahvehanenin çeşmesinden su içmeye, Cahidi Sultan’a çıkıp ölmüşlerimin ruhuna okumaya, değer çünkü.

Ezan sesi de ayrı bir güzel duyulur orada. Bütün köy de tek bir ezan sesi duyulur. Ahşap evleri, mavi gözlü kadife tenli minik çocuklar dolaşır ortalıkta. Çok anlamlı bakarlar, dolu dolu, sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyormuşçasına.

Bir de vapuru vardır memleketimin, Çanakkale’yle arasında ulaşımı sağlayan. Halk arasında ‘motor‘ denir bu ulaşım aracına. Güneşten kapkara olmuş tenleriyle, yüksek cesaretleriyle çocuklar, motorun en üst kamarasından boğazın mavi sularına bırakırlar kendilerini. Öylece bütün gün insanı kıskandırırcasına, çocukluklarını doya doya yaşarlar.

 

Denize girersiniz Kabatepe’de, daldıkça dipten mermi, batan gemilere ait, silahlara ait metal parçaları bulabilirsiniz. Tarihtir gömülü olan aslında orada. İçinize çektiğinizde çamların kokusunu derin derin, tarihin, kahramanlığın, imanın, inancın, dostluğun, fedakarlığın kokusu gelir burnunuza. Yürekleri vatan sevgisiyle dolu gencecik ana kuzularının kokusu.

Ne zaman gitsem memleketime, vazgeçemem. Ayrılırken, elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi olurum. Bir yumruk oturur yerleşir boğazıma. Ellerimle sımsıkı tutarım Kilitbahirimi motordayken. Benimle birlikte gelsin diye. Ellerim acır karşıya geçerken bırakmak zorunda kalırım, o an bir damla dökülmeye başlar gözlerimden, yanağıma oradan da yüreğime. Bıraktıklarıma ağlarım, arkamda kalanlara, sevdiklerime, kimbilir bir daha ne zaman vakit bulup da hayat koşuşturmasından, gelirim diye buralara, ağlarım hep bu yüzden.

Sonra kaldırıp kafamı son kez gökyüzüne bakarım yaşlı gözlerimle ve fısıldarım kulaklarına;

“Size emanet köyüm, size emanet denizim, dedem, size emanet babaannem”… 

 

Özge Özay Sökmen

“Ssh Ssh put!."  |   29 ARALIK 2012

Bundan yirmi gün önce ablam güzeller güzeli bir erkek bebek dünyaya getirdi. Duru’nun son birkaç ayında kendimi öyle bir kaybetmişim ki, yeni doğduğu zamanları hatırlayamıyorum bile. Gazını nasıl çıkarırdık, ağladığında ne yapardık daha doğrusu ağlar mıydı ne zamanlar ağlardı, nasıl uyuturduk, uyku düzeni nasıldı en önemlisi ve garip olanı ise kucağımızda nasıl tutardık! Geçen hafta oğluşumu ziyarete Bursa’ya gittiğimde hafızamı tazelemeye çalıştım. Fark ettim ki bunları hatırlayamıyorum. Gerçekten şuanın telaşı, heyecanı ile geçmişi unutuveriyor insan. Halbuki ne kadar zor günlerdi…

Ablam tam bir kitap kurdudur. Okumayı çok sever okuduklarını paylaşmayı daha da çok sever. Tracy Hogg’un bebek bakımıyla ilgili bir kitabını okuyormuş. Orada ki ssh ssh/put yönteminden bahsetti ve yeğenim Teoman’a uygulamaya başladığını söyledi. Duru için de aynı yöntemi yapmamı önerdi. Daha önceden yazarın internette ki birçok makalesini okumuştum, bu yöntemi de duymuştum ama bu tarz yöntemlerin sadece teoride mantıklı, pratikte ise uygulaması ve olumlu sonuç alınmasının imkansız olduğunu düşünüyordum. Ablama Duru’nun on aylık olduğunu artık bu tarz yöntemleri yutmayacağını söyledim. Ablam ısrar etti kitap da yaşı ilerlemiş bebekler içinde birkaç yöntem olduğundan bahsetti. Kitabı okurken aldığı notların fotoğrafını çekip bana gönderdi. Okudum, aklıma yattı. Vaktim de var. Ben neden çalışmıyorum diye sordum kendime. Bunun için. Onunla kaliteli, değerli vakit geçirmek, her anında yanında olabilmek, hiçbir gelişmeyi kaçırmamak ve ona tüm vaktim ve enerjimle bakabilmek için. Neden denemeyecektim ki. Hemen denemeye karar verdim. Duru ayaktaydı ama saat 16:00 gibi öğleden sonra uykusuna dalacaktı.

O ana kadar Duru birçok yöntemle uykuya dalıyordu. İlk aylarında kucağımda emerken uyuyordu, daha sonraları yine kucakta salladım, dördüncü ayında ayakta sallamaya başladım, yedinci aya kadar ayakta sallanarak uyudu. Daha sonra kendi yatağımda yanımda yatırarak uyuttum. Ama artık kendi yatağında, kendi kendisine uyuması gerekiyordu. Şubat ayında yaşına girecek ama o hala benimle uyuyor, dalınca yatağına alıyordum.

Saat 15:30’da, Duru’da uykusunun geldiğini gösteren hareketler görmeye başladım. Hareketleri ağırlaştı, gözlerini ovuşturmaya başladı. Tam zamanı dedim. Onu aldım ve odama gittim. Önce karnını doyurdum. Daha sonra omzumda sakinleştirmeye çalıştım. Ama odasında. Elimle sırtına hafifçe vururken bir yandan da şşşş şşş şşş şşş dedim. Güzel sözler söyledim, saçlarını okşadım. Hiç uyuyacak gibi değildi. Acayip enerji doluydu. Yatağına yatırdım kalkmak istedi. Tekrar kucağıma aldım ve oturarak sakinleştirmeye çalıştım. Sanıyorum on beş dakikaya yakın kucağımda şşş pat ile sakinleştirdim. Daha sonra yatağına yatırdım gözleri açıktı. Ben şşş pat işlemine devam ediyordum. Gözlerini bir noktaya sabitledi ama cin gibiydi. On dakika sonra göz kapakları yarıya indi. On dakika sonra gözleri kapandı ama ben yinede iyice dalana kadar devam ettim ve başardım. Beşiğinde eğilerek ve ayakta yaptım bu işlemi. Belim ağrıdı, sırtım ağrıdı ama başardım. Bunu onun uyku disiplini olsun diye başardım. Kendi rahatım için değil çünkü benim için ayağımda sallayarak uyutmak çok daha rahattı. Oturuyordum sırtımda yastık vardı ve kitap okuyup vakit geçiriyordum. Ama bu bebeğime hiçbir şey kazandırmıyordu hatta tam tersine gittikçe uyku disiplinine sokmam zorlaşıyordu. Akabindeki bütün uykularında bu ritüeli uyguladım ve başardım. Bazen daha da zor oldu bazen daha kolay ve kısa sürede, bazen ağladı uyumak istemedi o zaman aldım biraz daha oyun oynadık tekrar denedim. Bazen çok inatçı olabiliyorlar. Bizim onu uyutup gideceğimizin, işimizi yapacağımızın ya da kitap okuyacağımızın ondan uzakta olacağımızın farkındalar. Onları bırakmamamızı istiyorlar. Yazarında dediği, ablamın bana söylediği “şimdi uyuyacaksın güzelce ve sen uyanınca ben senin yanında olacağım.” bu sözleri fısıldadım kulağına.

Çocuk yetiştirmek sadece ve sadece sabır gerektiriyor. Sabır ve vakit.

Teşekkür ederim ablacığım emeğin yadsınamaz…

Ö.Ö.S.

29.12.2012, Ankara

“Aramizdan Biri..."  |   10 AĞUSTOS 2012

Eşinden yeni boşanmıştı. Fizy.com’da Sezen Aksu’nun “Seni kimler aldı” şarkısı çalıyordu. Bu hale nasıl geldiklerini düşünüyordu. Evet, dudağında dilinde ellerin izi vardı. Onu bu duruma diğerleri getirmişti. Hani her toplumda olan o diğerleri. Yani esas oğlanla esas kızın dışındakiler. Ne vardı ki rahat bıraksalardı onları. Kendi hallerine yani, kavga etselerdi kendi kendilerine, dövüşselerdi, zarar verselerdi birbirlerine ama yine onlar yapsaydı diğerleri değil. Birden on yıl öncesine gitti uçarı zihni. Ne kadar da seviyorlardı birbirlerini. Uzun bir uğraşıdan sonra bulmuşlardı, bir daha kaybetmemeye söz vermişlerdi. Gözlerinden dökülen yaşlara engel olamadı bunları düşünürken çünkü şarkı değişmişti; hiç tanımaz tenim ellerini bilmez yüreğim bilmez yüreğini… Vazgeçmişti, çok zor olsa da kendi mutluluklarından bir tanecik oğullarının mutluluğu için vazgeçmişti.

Bilmiyordu verdiği kararın gerçekleştiğinde bu kadar yıkılacağını üzüleceğini. Yarısını yitirmiş gibiydi. Boşanma işlemi gerçekleşene kadar birlikteydiler, Can’larıyla birlikte çok mutlu bir aile tablosu çizmişlerdi diğerlerine karşı. Herkes acaba vaz mı geçtiler diye düşünmeye başlamıştı. Ama değildi. Bu aslında can çekişen bir kuşun son çırpınmalarıydı belki uçarım diyordu, belki giderim çok uzaklara. Her evlilik güzel bir şekilde başlamıyor muydu zaten düğün, kız isteme, nişan ve balayı. Ama onların hemen akabinde başlamıştı çatlamaya ilişkileri. Sadece her ilişki de oluyor bunlar diye düşünüyorlardı. Yeni yeni anlıyordu, diğerleri olmayan ilişkilerde olmuyordu böyle çözülemeyen şeyler.

Bu düşüncelere bir ara vermek istedi ve kaç saattir oturduğunu bilmediği yerden kalktı ve Can’ın odasına gitti sessizce. Uyandırmak istemiyordu. Bu aralar zaten huzursuzluklar sebebiyle zor uyuyordu. Kapıdan baktı. Ne kadar da benziyordu ona. Nasıl dayanacaktı ona her baktığında, özlediğini, yanında görememeye. Arkadaşça yollarını ayıramazlardı çünkü onlar hiçbir zaman arkadaş olmadılar ki, olamazlardı, onlar deliler gibi aşıklardı birbirlerine. İnanmıyordu, biz aynı zamanda çok iyi iki arkadaşız diyenlere. Olamazdı öyle bir şey, doğaya aykırıydı. Birbirine deliler gibi aşık iki insan nasıl olurda arkadaş olabilirdi. Eğer oluyorsa aşka dair bir şeyler muhakkak eksikti. Tutku muhakkak eksiktir bir kere. Ona baktığınızda sevgiliden, yardan, aşktan başka bir şey görmemelisiniz. Kuralı buydu bu oyunun.   

Halbuki ilk dans şarkılarında; “Seyirlik değil ömürlük olsun” diyordu Sezen, tıpkı sekiz yıl sonra bilgisayarında çalan bu şarkıda dediği gibi. Aslında her ilişki o şekilde başlıyordu, ömürlük olsun diye. Ömürlük olması için ne gerekiyordu peki, sevgi? Aşk? Sadakat? Sabır? Saygı? Hangisiydi ömürlük olmasını sağlayacak olan. Hepsi. Hepsi olmalıydı bunların, bir ilişkide bir evlilikte. Bir tanesi eksik kalsa, o ilişkide eksik kalırdı. Başta her şey güzel görünürdü, kusursuz. Öyle bir an gelirdi ki geceleri uyutmazdı o eksiklik, sarardı bütün bedeninizi bir hastalık gibi, ta ki hastalıklı uzvu kesene kadar. İşte bu ayrılmak demekti; bitirmek, her şeyi silmek.

Bir sürü kişi girdi hayatına, girer gibi oldu daha doğrusu ama o müsaade etmedi. Çünkü her gece bu düşüncelerle boğuluyordu. Uyuyamıyordu. Gözüne bir damla uyku girmiyordu. Sabahları şiş gözlerle başlıyordu güne. Ayrılıktı bu en ağır hastalığın adı. Hafif atlatmak diye bir şey yok bu hastalığı. Ya vardır ya yoktur.

Can ile vakit geçiremiyordu. Akşamları uykusuz olmanın verdiği yorgunlukla geliyordu eve. Can hiç mutlu değildi bu durumdan, annesinin yüzünü bile zor görüyordu. Hafta sonları görüştüğü babasıyla evde olan bitenle ilgili hiç konuşmuyordu. Annesinin uykusuz gecelerinden, yorgun yüz hatlarından, bitkin ve zayıflamış vücudundan hiç bahsetmiyordu babasına. Ne kadar da çok istiyordu her şeyin eskisi gibi olmasını. Tekrar bir aile olarak mutlu olduğu günlere, annesi ve babasıyla birlikte geçirdiği güzel zamanlara dönmeyi çok istiyordu.

Çok korkuyordu, bu uykusuz gecelerin onu verdiği kararın pişmanlığına götürmesinden. Ne yapmalıydı bu buhrandan kurtulmak için. Bir yolunu bulmuştu ama yapabilir miydi? Bir başkası… Yapabilir miydi bunu ona. Sevdiğine hala deliler gibi sevdiğine. Bir başkasının elini tutabilir miydi onca zaman sonra, ya kokusu, elini tutsa bile kokuya alışabilir miydi? Sildi attı bu düşünceleri, ama tamamen atamadı sadece rafa kaldırdı. İş yerinde, arkadaş çevresinde boşanmasını bekleyen o kadar çok yürek vardı ki. Hepsinin farkına yalnız kalınca vardı. Meğer ne kadar isteniyormuş yalnız bir kadın olması. Ama yapamadı o bunu sevdiğine yapamadı. Sadakatten değil, onun üzülmesinden de değil sadece kendi iç savaşından. Kaldıramadığından bünyesi. Sırf ondan yapamadı bunu.

Günler, geceleri geceler haftaları haftalar ayları kovaladı. Geriye dönüp baktığındaysa her geceyi bu düşüncelerle boğularak geçirmiş olduğunu anladı. Ben ne yapıyorum dedi. Neden diğerlerini sevindiriyorum. Kendimi ondan uzak tutuyorum. Neden bunu bize yapıyorum dedi. Çantasını, arabasının anahtarlarını aldığı gibi fırladı. Sevdiğine gidiyordu. Hiçbir şey hiç kimse umurunda bile değildi. Trafik, kırmızı ışık her gün sinir eden bu yoğunluk ona çok tatlı bir dans gibi geliyordu. Radyoyu açtı, iç sesini ve kalp sesini bastırmak için. Çalan şarkıya sinirlenip bir hışımla kapattı radyoyu. “Seni kimler aldı, kimler öpüyor seni, dudağında teninde ellerin izi var”. Ne saçmalıyordu bu böyle, yoktu öyle bir şey sadece onun izi vardı dudaklarında. Merdivenleri üçer beşer çıktı sevdiğinin oturduğu evin. Elleri heyecandan zangır zangır titriyordu. Titreyen parmağıyla zile bastı. Kalbi yerinden fırlayacaktı. Başı önüne eğik yüzüne nasıl bakacağını ve boynuna nasıl atlayacağını düşünüyordu. Kapı açıldı. Yere bakan gözleriyle bir çift ojeli ayak görünce başını kaldırdı. Sanki o an bir güç yüreğini almak için göğsünü delip geçmişti. Sonsuz bir acı ve sızlama hissetti. Ne yapacağını bilemedi ne diyeceğini de. Arkasını döndü üçer beşer çıktığı merdivenleri teker teker indi. Her basamakta vücuduna cam parçaları batıyordu. Canı çok yanmıştı. Kalbi çok yara almıştı. Zaten yorgundu artık iyice işlevini yitirmişti tamir edilemez bir hal almıştı. Arabanın kapısını açarken son bir kez arkasını dönmek istedi bakmak istedi cama belki görür müyüm, dur gitme yanlış anladın der mi diye ama yapmadı. Bunu yaşatmak istemedi kendisine, bir hayal kırıklığı daha kaldırmazdı bu beden. Bu CAN…

“Yürüyorum hasretin acının üstüne

Sığmıyorum dünyaya dar geliyor

Geceler mi uzadı bu karanlık ne

Gönlümün bayramları, şenliği söndü

Seni kimler aldı kimler öpüyor seni

Dudağında dilinde 

Ellerin izi var

Deli gözlerin gelir aklıma

Gülüşün, öpüşün, iç çekişin gelir

Seni kimler aldı kimler öpüyor seni

Dudağında dilinde 

Ellerin izi var”…

Özge Özay Sökmen

10.08.2012, Ankara

“Bu Benim Maceram"  |   04 TEMMUZ 2012

Vay be… Tam beş ay oldu. Dünyalar güzeli kızım çok zor bir geceden sonra kucağıma geleli.

Beş ay önce, saat 23:00’dan 05:00’a kadar sancı çektim ve doktorumun:

“Özgeciğim, bu kadar saat bekledik fakat bu kız çok inatçı çıktı geleceği yok, suyu da azaldı, sanıyorum seni keseceğiz güzel kızım…” cümlesi üzerine, anestezist geldi ve beni uyuşturdu.

Henüz bir şey hissetmiyorum. Hala o işkence gibi iki dakikada bir gelen sancıları hissediyorum. Bağırmak istiyorum çığlık çığlığa ama bağırmam ağrımı azaltmayacak ki… Sadece beni güçsüz kılacak. Mert geliyor nasılsın diyor cevap vermeye mecalim yok, kayınvalidem geliyor ona da aynı şekilde, babam geliyor NST(Non Stres Test)’deki rakamları söyleyip beni avutmaya çalışıyor, ablam sadece ellerimi tutuyor, annem benim için aynı acıyı çekmiş muhteşem kadın ise hiçbir şey diyemiyor, sancılarım 70’lere çıktığında ağlamaya başlıyor. Bunların hiçbirisinin benim için hiçbir anlamı yok, gözüm hiçbir şeyi görmüyor. Hayır, ben güçsüz değilim. Bu ağrılar kızımın birkaç saat sonra kucağımda olacağının habercisi. Beni sedyeye aldılar. Başlıyoruz. Odadan çıktık ilk gördüğüm yüzü hatırlayamıyorum bile ama onlar, yüzlerine, gözlerine bakmak istemediğim sevdiklerim. Babamın gözleri güçlü ol ve yanımıza iki kişi gel der gibi, annemin canım yavrum sen acı çekiyorsun ama ben iki katı der gibi, ablam ise çok karışık ama yetişebilmenin verdiği mutlu bakışlar ve eşim… Kaygılı, mutlu, endişeli ama her şeyden önce sabırsız bakışları “CANLARIM” der gibi…

Asansöre biniyoruz, aşağı mı yukarıya mı anlayamadığım küçük bir yolculuk ve ardından buz gibi ve daha önce hiç üşümediğim kadar soğuk ameliyathane… Sonrası hayal meyal. Bu kısmı hamile olanlar için belki önyargı oluşturabileceği sebebiyle, sakıncalı okunmasını pek tavsiye etmiyorum. Ameliyat tek kelimeyle bende şu duyguları uyandırdı; beni bir koltuğa yatırmışlar, karnımın üzerine baya büyük bir çanta koymuşlar ve birisi o çantanın dibinde anahtarlarını arıyor. Sezeryan benim için resmen buydu. Başka hiçbir şey hissetmedim ne acı ne hoşnutluk.  Sonunda anahtarları bulan doktorum onları çıkardı. Aman allahım bunlar şangırdamıyor, resmen ağlıyor. Bu benim kızım. Benim dokuz ay boyunca karnımda taşıdığım, benimle birlikte yaşayan benden can alan bu mahlukat benim yavrum. Minik Duru’m. Ama bu çok güzel dedim içimden. Boynu kordona ikiden çok kez dolanmış, bu sebeple aşağıya inememiş, normal doğmadığı için yüzü kafa şekli her şeyi muntazam olan bu bebek benimdi. Onu boynuma koydular ağlamaya başladım. O saate kadar kendini telkin eden öbür yarım orada beni terk etmişti. Gitmişti. Beni benimle baş başa bırakmıştı. Peki ben bu duygu yoğunluğu ile nasıl baş edecektim? Yirmi beş yaşımda bu çok fazlaydı. Sağ tarafımda bir masaya koydukları dünya güzeli bu bebeğe bakıyordum. Birden uykum geldi. Uyumak istiyordum sadece uyumak. Kulağıma bir telefon verdiler telefonun öbür ucunda Mert vardı. Bana sorular soruyordu. O da belki ağlıyordu, ama öğrenmek istiyordu bebeğimizin nasıl olduğunu bilmek istiyordu ağlamaktan konuşamadım. Sadece bir şeyi çok net söyleyebildiğimi hatırlıyorum: “ÇOK GÜZEL MERT! ÇOK GÜZEL!!!”

Uyumak için doktorumdan izin aldım ve uyudum. Sonrası herkesin bildiği hikaye.

Heyecan şimdi tekrar başlıyor. Çünkü son iki aydır bitmek tükenmek bilmeyen salyalar, her bulduğunu ağzına sokmalar, elleriyle devamlı kaşımalar. Ağzının içinde altta ön tarafta çok küçük bir şey belirdi. DİŞ… Kızımın dişileri çıkıyor. Belki de bizim için yepyeni bir dönem başlıyor. Çok heyecanlıyım yaşadığım günlerin güzelliğinden güç alarak gelecek güzel günleri heyecanla bekliyorum. Hayat bizim için yeni başlıyor. Çünkü yepyeni bir hayatın gelişimini izliyoruz ve oynuyoruz. Biz kızımla bu hayatın başrol oyuncularıyız.

Özge Özay Sökmen

04.07.2012, Ankara

“Başkasını Düşünen İnsanlar İçin Pratik Tedavi"  |   29 OCAK 2012

Tarih 17.06.2011, mail kutumda bir mail var, ablamdan. Mailin konusu; “Sahalara dönüş yazım ama gerçek hikaye... Kurgu değil”. Allah allah dedim ve merak ettim açtım, okumaya koyuldum. Oda ne istemsiz gözlerimden yaşlar dökülüyor. Durduramamak bir kenara şiddetle artıyor. Ablam yine döktürmüş. Küçükken yazdığı yazıları okurdum, ağlaya ağlaya ama yine de okurdum. Çok güzel kısa hikayeler yazardı ablam. ‘Dedem ve ben’, ‘Kuş’ ve daha niceleri. Hala daha okurken ağlarım bu hikayeleri, öyle dokunaklı yazardı ki, ben duygusal değilim diyeni bile utandırırdı. Uzun zamandır yazmıyordu. İçinden gelmiyordu herhalde. Taki o güne kadar...

Başkasını Düşünen İnsanlar İçin Pratik Tedavi

Hayatı boyunca sadece başkalarını düşünen, onların mutluluğunu daha  ön planda tutan insanlar için pratik bir tedavi yöntemi:

Kendinden çok başkaları için yaşayan bir insan türü vardır, bu insanlar kendi isteklerini hep ikinci hatta benim gibileri listenin en sonuna yazarlar. Aileleri, arkadaşları kısacası çevrelerindeki insanlar hep önem listesinde bireyin kendisinden önce gelirler. Bu tip başkaları için yaşayan insanlar için psikologlar uygulaması pratik bir egzersiz geliştirmişler. Buna göre kendini, hatirlayabildigin en küçük yaşdaki halini gözünün önünde canladırıyorsun, küçük sen yanına geliyor, hiçbir günahı, suçluluğu pişmanlığı olmayan bu tertemiz seni sarıp sarmalıyorsun ve onu bugüne kadar hiç düşünmediğin, ona iyi bakmadığın için özür diliyor ve o saf cocuğa sımsıkı sarılıp kendini affettiriyorsun.

Uygulama başta gözlerimi doldurdu, hatta abartıp kendim için, şuan ki ben değil ama bunda 23 yıl önceki Ayşe için ağlamaya başladım. Aslında ne kadar doğruydu, o küçücük kız cocuğu benim bu düşüncesizliğimi hak etmemişti, egzersiz çok hoşuma gitmişti ve bu egzersizi akşam sakin kafa ile uygulayıp işe yaramasını umarken eve dönüş yoluna koyuldum.

Günün telaşı içinde uygulamayı yapmayı unuttum. Yastığa başımı koyduğumda aklıma geldi ve en baştan kendimi hayal etmeye başladım, saçlarını iki yandan at kuyruğu yapmış, kıyafeti ayakkabısından tokasına kadar uyum içerisinde özenle giydirilmiş o beş yaşındaki küçük kız çocuğu geldi karşıma, hiçbir günahı yoktu yavrucağın, hiçbir hayat tecrübesi, pişmanlığı olmamıştı henüz, o kadar saf o kadar temizdi ki, saflığı gözlerimden yaşların inmesine sebep oldu kontrolsüzce. Nasıl da kıymıştım kendime, daha 25 yaşında boyun fıtığı 28 yaşında bel fıtığı olmuştum. Beyin depom desen küçücük bir şeyi dahi alamayacak kadar dolmuştu. Bu yaşta herşeyi unutmaya başlamıştı bile. Nasıl kıydın dedim kendi kendime bu ufacık şekercik güzel kıza, saflığına. Tekrar döndüm yanına bizim Ayşeciğin. Oda ne yanında bir tane daha kız çocuğu var, yaşı üçlerinde gibi. Daha yakından bakmak istedim, elini sımsıkı tutmuş onu da karşıma getirmişti, bir dakika bir dakika ben bu ufaklığı tanıyorum. Maviş mi maviş, dünya tatlısı, bembeyaz pamuk gibi teni, iki yandan bağlı at kuyruğu, açık renk saçları ile bizim ufakığın kardeşinden başkası degildi, iyi de dedim senin burada ne işin var mavişim ben kendimi affetmeye çalışıyorum seni değil...

Bir, iki, üç, başla. Tekrar başa aldım hayalimi mecburen tekrar gözümde canlandırmaya çalıştım. Uzaktan göründü minik Ayşe, flu görüntüsü netleşmeye başladı, hayda... Tutmuş elinden bizimkini getiriyor tekrar, neyse bu sefer ikisini de daha yakından görmek istedim izin verdim gelmelerine. Minik Ayşe baktı gözlerimin içine, derinlerine, ne olur der gibi bakıyordu, gitmesin kalsın bizimle oda kalsın, sonra dondüm minik Özge’ye baktım ne olur der gibi baktı gözlerime o da, derinlerine ne olur der gibiydi ne olur bırakma beni bende kalayım... Kıyamadim, o kadar masumdular ki ikisi de, Ayşe tutmuş Özge’sinin ellerinden sımsıkı tutmuş o benim der gibi, o benim kanım canım nasıl bırakırım der gibi, Özge de beni de al dedi beni de bas bağrına. Hiç birakır mıydım onu ama onu affetmemi gerektiren bir durum yok ki, bu sefer onu çağırmamıştım. Ayşe'ye sarılıp sadece onu affedeceğim. Ben sadece ona kötü davranmışım umursamamışım. İnceledim ikisini de en derinlere kadar, baya uzun sürmüş olacak ki gözlerim kapanmaya, uykum gelmeye başladı. Tekrar açtım kapadım gözlerimi, minik Ayşe'yi yeniden çağırmaya koyuldum.

Bir iki üç... Ayşe göründü uzaktan tabiki tutmuş sımsıkı ellerinden kardeşinin, geldiler yanıma tekrar, bu sefer aldım ikisini de, kıyamadım biri bir kolumda digeri diğer kolumda üçümüz bir bütün olduk sımsıkı sarıldım onlara bir daha asla bırakmamak üzere...

Sensiz bende yokum, bunu bir kez daha hatırlattı bana bilinç altım. Alt belleğim öyle almış ki seni içine Özge’siz Ayşe yoktu, kendimi hatırladığım en küçük anımda kollarımın altında sen vardın iyiki de sen vardın.

Seni çok seviyorum mavişim, canım, kanım...

Ayşe”

Ben de seni çok seviyorum ablam...

Özge Özay Sökmen

29.01.2012, Ankara

 

SONUNDA | 16 OCAK 2012

O minicik elleri tutmama çok az zaman kaldı. Soldan topuğu çıktı, sağdan dizi, ayağı kaburgalarımda, tekmeledi, bence uyuyor, yok yok uyandı uyusa bu kadar kıpırdar mı, çok yüksek ses var ya ondan bu kadar kıpırdıyor derken dokuz ay nasıl geldi geçti anlamadım.

İki aydır Türkiye’deyim, bir buçuk aydır da annem ve babamla kalıyorum. Geçtiğimiz haftalarda bu üçlüye bir de seksen beş yaşında çınar mı çınar, dünü hatırlamayan, sabah ne yediğini unutan, gözlüğünü koyduğu yerde arayan ama yıllar öncesini dün gibi hatırlayan, annesini özleyen, hayatında sevdiklerini nasıl kaybettiğini hiç unutamayan hepsinin kaybını tek tek görüp tek başına kalan, çok sağlam karakterli, Atatürkçü, çağdaş dünyalar tatlısı dedem eklendi. Tabi bir hamile bir de yaşlı olunca evde yaşanılan her an birer komedi filmini andırıyor. Birinin günlük alması gereken kalsiyum miktarı, protein miktarı ve su miktarı belli, diğerinin dikkat edilmesi gereken şeker miktarı, tuzlu miktarı var. Derken Allah annemle babama sabır verdi ve bu süreci sorunsuz keyifle tamamladık.

İçim de aylardır onlardan uzak olmanın verdiği özlemle ve onlarla vakit geçirmenin verdiği hazla günler geçip giderken, hep içimde bir eksiklik vardı. Tamamlanamayan yeri dolmayan ara sıra üstünü örttüğüm, bazen gözlerimi dolduran, hormonlarımın da, artışına sebep olduğu bir özlemdi bu. Ben özlem duygusuna alışıktım aslında. Yirmi yaşında, diğer yarım ablamdan ayrılarak bu duyguyu öğrenmiştim, az buçuk alışmıştım da. Yurt dışına gidince de arkadaşlarım ve aileme duyduğum özlem eklenmişti buna. Özge = özlem olmuştuk zaten. Ama bu sefer ki başkaydı. Biz bir kişiyi aynı bedende iki kişi özlüyorduk. Birbirimizi avutuyorduk. Gelecek diye. Çabucak bitecek bu ayrılık, bir daha hiç ayrılmayacağız diyorduk. O birinin babası birinin de hayat arkadaşı, dostu, canı, sevgilisiydi. Aldığım her tulum da, her çorap da, her elbise de biraz içim cız ediyordu. Ama gelecekti ya o yüzden çok da üzülüp karnımdakini de üzmenin anlamı yoktu.

Derken günler geçti, uykusuz geceler hayatımın vazgeçilmezi oldu, kalça ağrılarım başladı, el kol koordinesi eksikliği sebebiyle sağa sola çarpma sonucu morarmalar oldu, ama günler geldi geçti ve o geliyor. Kızımın babası, hayatımın aşkı geliyor. Özlemler sona eriyor.

Daha önce tatmadığım bir duyguyu tadacak olmam beni heyecanlandırıyor, bu heyecanla özlemim diniyor ve minik kızım geliyor. Minik ellerini hava boşluğunda sallayacak, anlamsız anlamsız etrafa bakacak, ayaklarını manasızca oynatacak, annesinin babasının kokusunu tanıyacak olan kızım geliyor.

Yaşadığım hazzı, duygu yoğunluğunu tarif etmem o kadar zor ki… Sadece şu kadarını söyleyebilirim, daha genç sayılabilecek, hatta günümüzde anne olmak için küçük sayılabilecek bir yaştayım (her ne kadar annem ikinci çocuğuna benim yaşımdayken sahip olmuş olsa da). Tecrübesizim, belki de daha ben büyüyemedim, önüme oyuncakları koysalar oynayabilirim, ama şöyle bir gerçek var ki anne olacağımı öğrendiğim gün anneliğin en önemli ve farklı duygusu fedakarlık geldi içime yerleşti. Bu dokuz ayda filizlendi, büyüdü, sevgi ile birleşti ve en kutsal şeye dönüştü. Karnımda şuana kadar duyduğum tek ses tek his olan gurultulardan sonra bir kalp atmaya başladı, sonra ilk hareketlerini duydum kelebeğin kanat çırpması gibi, günler geçti tekmeleri başladı, sonra uzuvlarını bak dercesine göstermeler ve en nihayetinde artık dünyaya gelmek için bütün hazırlıklarını tamamladı. Pozisyonunu aldı, inişe geçti, iniş takımlarını açtı, pilot bütün uyarılarını yaptı ve tekerleklerinin yere değmesi için gün saymaya başladık.

Aslında içimde, içinde ne olduğunu bilmediğim bir hediye paketi var. Nasıl bir şey, neleri sever neleri sevmez, neye benzer hep soru işaretleriyle dolu, Tanrı’nın bana bir armağanı bu. Benimle birlikte büyüyecek bir armağan, bir oyun arkadaşı.

O kadar çok sevgi var ki içimde, herkese verdiğimin, sevdiklerime dağıttığımın dışında, o sevgiyle büyüyecek bir çocuk var. Çok sevilecek bir çocuk.

Ben 1987 yılının bir kış gününde, ocağın yirmi ikisinde Çanakkale’de, annem kontrole giderken, bebeğinin geleceğini öğrendiği bir günde doğdum. Yanında biricik eşi yokmuş. Ankara’da mastır yapıyormuş. Doğum için beklenen güne yakın bir tarihte gelmek üzere gün sayıyormuş. Ama hesaplar tutmamış ve ben erken gelmeye kalkmışım. Babam hep bunun eksikliğini yaşamış. Annemin yanında, benim elimi ilk tutanlardan olamamanın. Kızlar annelerinin kaderini yaşarmış derler ya, korkmuş birazcık o yüzden. Ama korkmasına gerek yok çünkü o geliyor. Kızımın elini ilk tutan olmak için geliyor.

Ben mi? Ne yapayım, sabırsızlıkla önce onun sonra da kızımın gelmesini bekliyorum, çok büyük ve tarif edilemez bir heyecanla…

Ö.Ö.S.

16.01.2012, Ankara

KIZIMA MEKTUP | 10 KASIM 2011

Sen, benim karnımda bilmediğin bir dünyada, ilk nefesini almaya hazırlanırken ben hep senin geleceğini düşünüyorum. Evet biraz erken bunun için ama düşünüyorum işte düşünmeden alamıyorum kendimi.

Seni yetiştirirken birçok olguyu gözönünde bulunduracağım. Ama bu listenin en başında gelen olgu, üzerinde en çok düşündüğüm, annemin ve babamın da beni yetiştirirken çok büyük hassasiyetle önemsedikleri olgudur: Mustafa Kemal Atatürk olgusu...

Bugün 10 Kasım, Mustafa Kemal Atatürk’ün 73. ölüm yıldönümü. Yılda bir gün her yıl saygıyla, sevgiyle, minnetle, mahçubiyetle andığımız biricik önderimiz Atamızın ölüm yıldönümü. İtiraf

ediyorum, heryıl düzenlenen 29 Ekim, 23 Nisan, 19 Mayıs törenlerinden kaytarmaya çalıştığım oldu. Ama 10 Kasım’lardan hiçbir zaman kaytarmadım. Kaytaramadım. Onun için okunan şiirleri,

ezberlemiş olsam da hayat hikayesini bütün ayrıntılarıyla milyonlarca kez dinlemek için hep gitmek istedim Atatürk’ü anma törenlerine. Siyah kazağım, siyah çorabım ve yakamda rozetim ve bütün

ciddiyetimle. Herseferinde saat dokuzu beş geçtiğinde, yolda yürüyenlerin, markette insanların işi gücü bırakıp bir dakikalığına saygı duruşuna geçtiklerini, trafikte insanların kornalarına asıldıklarında görmek herseferinde beni duygulandırdı, gururlandırdı. O küçük halimle yetişkinlerle gurur duyma olgunluğuna sahip oldum. Törenlerden sonra eve gelip muhakkak televizyonda Atam için hazırlanan programları izledim. Bu bazen her seferinde hıçkıra hıçkıra ağladığım “Sarı Zeybek” oldu, bazen hayatını anlatan belgeseller. Teyzenle kah ağlayarak kah gururlanarak izledik bu programları. Sonra da üzerine konuştuk saatlerce. Ne kadar muhteşem bir lider olduğunu, ne kadar harika bir karaktere sahip olduğunu ve dünyada bir eşinin dahi olmadığını konuştuk hep. Teyzenin büyük bir özenle kenarlarını kesip, özel dergilerden, takvimlerden, kitaplardan bularak oluşturduğu Atatürk fotoğraf albümüne baktık. Her seferinde bu koleksiyondan birşeyler alabilmek için çabalardım, ama onlar ablam için çok önemliydi, genelde başarısız olurdum.

Yıllar geçti büyüdüm, ama bu rutin hiç değişmedi. Üniversiteli oldum, törenlerin yerini kendi çabalarımda Atamı anmalarım aldı. Her 10 Kasım’da simsiyah giyinmeye ve rozetimi sol yanımdan

eksik etmemeye hep özendim. Yılda birkez Atam için bunu yapabilirdim. Daha sonra araba kullanmaya başladığımda ise, 10 Kasım’larda sabahları dokuzu beş geçtiğinde, ben de siren sesleriyle

yarışırcasına kornaya basmaya başladım. Ben bütün bunları yaparken hep bir görev gibi bildim ama keyifle yerine getirilen minnet borcunun binde biri olarak gördüğüm bir görev. Atatürk sevgisini içime annem ve babam itinayla yerleştirdi. Dedem hep bana 10 Kasım 1938’de küçük bir çocuğun penceresinden gördüklerini anlattı.

Rakıyı sevdiği için rakıyı sevdim, türk kahvesini şekerli içiyor diye şekerli içtim, rakının yanında beyaz leblebi yediğini duydum bir keresinde, beyaz leblebi mezem oldu. En sevdiğim türkü ”Yemen

Türküsü” oldu. Baştan sona ezberledim sözlerini. Atatürk’ün Gençliğe Hitabı’nı ezberledim. Öylesine değil, anladım önce kendime pay biçtim sonra ezberledim.

Mustafa Kemal Atatürk’ü seversen, onu anlayabilirsen, özümseyebilirsen, onun davranışlarını o zamanın koşullarına göre değerlendirip, olaylara onun penceresinden bakabilirsen, benim senden

istediklerimi yerine getirmiş olursun. Hiçbir zaman unutmadığım birşey var. Türkiye Cumhuriyeti var ise onun sayesinde, bu ülke sınırları içerisinde ben bir bayan olarak söz hakkına sahip isem, kara çarşafla yüzümü kara zihniyetle de beynimi kapatmadıysam, ilkokul, ilköğretim, lise ve ardından üniversite eğitimimi tamamlayabildiysem, bu eğitim süreçlerinde erkek arkadaşlarımla aynı derecede söz hakkına sahip isem, seni de modern bir türk kadını olman üzere yetiştirebileceksem onun sayesindedir. Her zaman bu minnet duygusunu içinde barındırırsan yolundan hiçbir zaman şaşmassın.

Sanıyorum ülkemin geleceği için, ona olan borcumuzun bir kısmını ödeyebilmemiz için yapmamız gereken birşey bu; onu seven, onu anlayan, ülkesini seven Mustafa Kemal Atatürkçü evlatlar

yetiştirmek.

P.S. Bugün size bildiklerinizi anlatmak istemedim, onu sevmeyenlere nefret nidalarımı da dinleyin istemedim, ben sadece dünyaya getireceğim kızıma, bana dair Atama dair birşey bırakmak istedim.

Zaman kapsülü bulunmadı daha ama ben geleceğe seslenebilmek istedim, bir nebze de olsun faydam olsun, Atatürkçü bir birey dünyaya getireyim istedim.

Ö.Ö.S.

10.11.2011, Fujairah

DEPREM | 31 Ekim 2011

Bir deprem olmuştu 1999’da. Deprem öylece olup bitmedi, artçılardan da bahsetmiyorum. İnsanların içinde yarattığı dinmez sarsıntıdan bahsediyorum. Dinmedi o sarsıntı. Depremi bizzat yaşayanlar da, uzaktan izleyenler de yaşadı bu iç depremini. İçimiz parçalandı. Enkazdan çıkan her canlıyla umut bulduk, her cesetle içimiz kan ağladı. Tek bir yerde değildi bu yıkım. Sekiz ayrı bölgede, sekiz kere parçaladı içimizi.

Yıl 2011. Birkez daha, içleri de sarsacak şiddette deprem oldu. Bu sefer Van’ı yerle bir etti sarsıntı. Van ile birlikte içlerimizi de.

Ne hikayeler çıktı enkazın altından, ne umut dolu portreler, ne acı dolu soğuğu iliklerine kadar hisseden ve aynı zamanda acısı soğuğu bastıran bakışlar. Tartışmalar oldu ırkçılık yapılıyor diye, kimileri televizyon programlarını ertelediler yas ilan edip, kimileri devam etti, paylaşalım paylaştıkça bu acıyı azaltalım dedi.

Devlet yardım etmiyor dendi, devlet babadan allah razı olsun da dendi. Bir enkazın üstünde can arayan iki üç kişi ama onu izleyen otuz kişi kalabalık yapmaya devam etti. Uluslararası yardım teklifleri yağdı, çoğu reddedildi. Kargo şirketleri sorumluluk örneği gösterip, ücretsiz aracılık yaptılar. Televizyon kanalları enkazın yanından canlı yayınlar yaptı. Bekledik her an bir can çıkacak diye enkazın altından.

Bakanların yerinde gerçekleştirdikleri röportajları izledik. Vatandaşla tartıştılar. Vatandaş çadır istiyordu. Saygısızlık etmek istemem bu konuşma tarzım acımdan dedi. Anlayışla karşılamadı bakan inadına girdi vatandaşla polemiğe.

Çadır dağıtılırken izledik bir de vatandaşı. Aç gözlülükle ikişer üçer çadır almaya çalışırken gördük. Birbirlerinin üstüne çıkıyorlardı. Sanki o gördüğü taş yığınlarının altında canlar yok. Sanki o değil orada yaşayan. Umarsızca duyarsızca saldırdılar çadır taşıyan araçlara.

Bizim ülkemizde bir deprem olur, ardın da artçıları. Artçı şoklardan da bahsetmiyorum. Deprem bölgesi olsun olmasın, her türlü doğal afete hazırlıklı ve çabucak organize olamamaktan bahsediyorum.  İşte en can yakanı da bu depremlerin içimizde yarattığı enkaz ve bunların değiştiremediği kayıplar.

PS: Bu yazım, bir hafta önce, çok acı bir şekilde kaybettiğimiz ana kuzularımızın, vatanımızı ayakta tutan demir kiriş görevi yapan şehitlerimiz ile ilgili olacaktı fakat Mehmetçiğimizin acısını sindiremeden, zaman mekan dinlemeyen deprem gelince ertelemeye karar verdim. Ama bu yaranın kanaması dinmeyecek acısı da sindirilemeyecek.

Ö.Ö.S.

26.10.2011, Fujairah

EN BÜYÜK SEVGİ ÜZERİNE | 04 Ekim 2011

Aslında hepimiz, bizi dünyaya getiren, gözünden sakınan, canını verircesine kollayan o harika kadını bir kere olsun terk ediyoruz. Hep diyoruz, onun kadar kimse sevemez bizi ama yine de terk ediyoruz.

Bazen başka bir şehire okumak için, bazen başka bir yere çalışmak için, bazen hayatımızın geri kalanını paylaşacağımız birisini bulduğumuzda bırakıp gidiyoruz onu. Ama hep terk etmek zorunda kalıyoruz.

Aslında onu hep yanında kalıp ona sımsıkı sarılmamızdan daha çok mutlu eden şey; bizim mutlu olmamız. O bizim mutluluğumuzu bu kadar kayıtsız şartsız isterken, iyiliğimiz için her gece dua ederken bu muhteşem kadını nasıl da bırakıp gidebiliyoruz değil mi?

Sebeplerimiz de çok geçerliler. Buna inanıyoruz. Çünkü böyle bunun adı HAYAT. Devam ediyor,akıyor gidiyor. Hadi bir mola verelim burada duralım, o kadına iyice doyalım kokusuna, dokusuna, huzurlu kollarına, kaç yaşında olursak olalım bizi koruyup kollayan o kucağa doyalım isteriz ama olmuyor.

Hiçbir zaman doyulamıyor. Erken de terk etsek geç de hiçbir zaman doyulamıyor o kokuya. Bence önemli olan hep birlikte olmaktan öte dünyanın neresinde olursak olalım her zaman onu sevdiğimizi söyleyebilmek ve onun buna inandığından emin olmak. Zamanlı veya zamansız, hayat oyununu oynarken en acımasız olan kısmı geldiğinde bu oyunun, onu sonsuza dek kaybediyoruz ama sadece bedenen. O bizi, böylece, sadece bir kere ve sonsuza dek bedenen terk ediyor. Aslında o hep yanımızda oluyor. Bizi izliyor, kolluyor, gözyaşımızla yağmur yağıyor, nefretimizle şimşek çakıyor, bunaldığımızda güneş açıyor. Ama ne olursa olsun yeni gün doğuyor, insanlar yaşamaya devam ediyor. O acı bir tek bizi kavuruyor. Biz de yaşıyoruz öyle değil mi? Acıkıyoruz, uykumuz geliyor ve yaşam devam ediyor. Hiç düşündünüz mü neden diye çünkü o, muhteşem kadın öyle istiyor.

Küçükken anneme hep annelik nasıl birşey diye sorardım, annem de hep aynı cevabı verirdi; ancak anne olunca anlayabileceğin bir duygu bu. Şimdi anneliğe hazırlanıyorum. Annemden çok

uzaklardayım. Ben onu çok erken terk edenlerdenim. Bir telefonla sesini duyabiliyorum. Yanındayken ona sımsıkı sarılıyorum. Onu ne kadar sevdiğim söyleyip aynı zamanda da inandırıyorum.

Anneliğe hazırlanırken, bebeğimden yediğim her tekmede, çektiğim her karın ağrısında, sancıda, birtek soluma yatabilmenin verdiği sıkıntılı gecelerde, hareket alanımın kısıtlandığı anlarda ve her bebeğimi doğuracağım anı düşündükçe o muhteşem kadının yüceliğini hatırlıyorum. Galiba, daha tam anlayamadığım anneliğin, ilk kuralını çözdüm;

FEDAKARLIK...

Ö.Ö.S.

04.10.2011, Fujairah

HAMILE OLMAK | 12 Eylul 2011

Hamile olmak bazen ne kadar da guzel bir hal aliyor. Herkes sizin etrafinizda fir donuyor bir kere. Sizin rahatiniz onlarin esas gorevi. Sizin usumemeniz, agir kaldirmamaniz, iyi beslenmeniz, arkanizda yastik olmasi, ayaklarinizin sicak olmasi ve sigdiramadigim nice fiziksel kosullarin uygunlugu cok onemli. Ozellikle anne ve babanin bu konudaki hayal gucleri gercekten gorulmeye deger.

Ise bir de 85 yasinda tonton mu tonton bir dede eklenince, hersey cok daha ilginc bir hal aliyor. Her durumu onun zamanindaki gibi degerlendiriyor ve siz merdivenlerden bile cikarken heyecan yapip; “Yav sen merdivenlerden cok inip cikiyorsun” diyor. Ust kata giyinmeye cikiyorsunuz, “Sen dur ben cikayim”, “Ama dede giyinecegim”, “O zaman ben getireyim ne giyeceksen”…

Cok sirinler. Paha bicilemez bir ilgi bu. Esin gosterdigi ilgi gibi degil biraz daha farkli bu, kazanilmak uzere and icilmis bir savas gibi. Es biraz isin farkinda oluyor. Yani daha mantikli yaklasiyor duruma. Gercekciligi elden birakmiyor hatta bazen hamile olan sizden, daha fazla bilgiye sahip oluyorlar. Ornegin; hava kirliligi bebegin premature olmasina yol aciyormus, acaba sen Turkiyeye erken mi gitsen, ya da fetus napiyor, ama o zaten suan kendi york kesesinden besleniyor abartmana gerek yok !!!!?!?!? Insan soyle bir kaliyor neye ugradigini sasiriyor ve sizden gizli doktorunuzdan randevu alip onunla gorustugune dair supheleriniz olusmaya basliyor.

Bir de abla var bu tabloda. Karsidan karsiya gecerken arabalar durduruluyor, yolda yururken “bodyguard” edasiyla insanlardan korunuluyor, bir de ustune ustluk napiyor bu diye bakan olursa “HAMILEYIZ” diyor, halbuki ortada bir hamile var. Hamileligimin ikinci ayinda ablamla birlikteydim. Onu cok ozlemistim ozlem giderecektik ama onun sanssizligi, benim uykuya en cok ihtiyac duydugum donemdi o donem. Bir gun cok yorulmustu ona yardim etmek istedim. Sana nasil yardim edeyim dedim ve fasulyeleri ayiklar misin diye, sorumu sormami bekleyen birinin verecegi turden bir cevapla karsilastim. Aldim fasulyeleri yattigim yerden ayiklamaya basladim. Hayatimda hic ayiklamadigim tarzda bir fasulye ayiklama islemiyle karsi karsiyaydim. Bir kilo olan fasulye, orduyu doyuracak kadar fasulye olmustu gozumde. Ayikladim ayikladim ve ayikladim. Sonrasi koptu, hatirlamiyorum. Ablamin basimda kahkahalarla guldugunu gordum, ben meger bir elimde bicak digerinde fasulye uyuyakalmisim. Caktirmamak icin kalkip fasulyeyi ayiklamaya devam ettim. Bana bir is verilmisti ve onu bitirmeliydim ne de olsa.

Daha kim bilir neler yasayacagim, kim bilir hangi yollardan nasil gececegim, tumsekleri nasil atlatacagim. Onume cikan engellerle, elimden simsiki tutan sevdiklerimle guvenle bas edecegimden eminim. Sanmayin bu kadar, daha onumde yasayacagim, bes ayim var, heyecanla bekledigim.

Hamilelik boyle birsey iste garip, rotaniz olmadan yonunuzu bilmeden ciktiginiz bir seruven, ama cok da heyecanli ve suprizlerle dolu, kaptanligini sizin yaptiginiz upuzun bir gemi seyahati bu…

Ö.Ö.S.

12.09.2011, Fujairah

BIRİTİŞ LEYDİ |  24 Mart 2011

İngilizce ben küçüklüğümden beri hayatımda ama nedense onu adam etmem bir hayli zor oldu. Anaokulunu İngiltere’de okudum. Evimize yakın bir devlet okuluna vermişler ablamla beni.

Ablam ilkokul üçüncü sınıfta, ben ise anaokuldayım. Okula yürüyerek gidip geliyoruz, elele. Birisi küçüklüğünden beri kardeşini koruyup kollamakla yükümlü küçük Ayşe, diğeri ise kollanmaya alışmış her zaman yanında ablasının olduğunu bilen Özge.

Uzun bir süre okulda hiç konuşmamışım ne İngilizce ne de Türkçe. Ablam hemen ortama uyum sağlayıp bir kaç arkadaş bile edinmiş. Hatta ileriye gidip öğretmenini öyle sahiplenmiş ki, okula bisiklet ile gidip geliyor diye üzülüp anneme ağlayarak ona acıdığını dile getirmiş. Kızcağız aslında acınası olanın biz olduğumuzu yeni anladı. Ben konuşmadığım süre boyunca meğer hep almışım.

Dinlemişim, birgün kullanmak üzere. Sonra da açılıp incilerimi dökmüşüm ortaya. Türkiye’ye döndüğümüzde İngilizce ile olan küçük serüvenimiz son bulmuştu çünkü babamın kaymakamlık tayini Diyarbakır’ın Silvan ilçesine çıkmıştı. Aslında halime şükretmeliyim, Türkçemi kaybetmedim diye. Bazı toplumsal aksaklıklar sebebiyle, birinci sınıfı, kısa bir süre okumak zorunda

kaldım ve okuma yazmayı biraz geç söktüm. Aslında hep ezikliğini taşıdım. Benim okuma yazmayı söktüğüme dair kanıt niteliği taşıyan bir kırmızı kurdelem olmadı. Okuma bayramında çekilen toplu fotoğrafım da olmadı.

Neyse ki İngiltere’de öğrendiğim “Nursery Rhymes” olgusu bana birşeyler kattı. İçerdiklerini şimdi kullanma fırsatı buluyorum. Kreş öğretmeni oldum. Bir de o zamanlar Diyarbakır’da, bu özelliğimi sükse nesnesi olarak kullandığımı itiraf etmeliyim. Bütün arkadaş ve aile toplantılarında ben ortaya alınır ve annemin babamın bir bakışıyla başlardım söylemeye:

“The wheels on the bus go round and round

Round and round, round and round

The wheels on the bus go round and round

All through the town”

Her kıtasını büyük bir heyecanla söylerdim, bakışlar ise sirk cambazını izleyen kalabalığın heyecanı ve ilk defa görmüşlüğü içerirdi. Bendeki gurur ve özgüven ise tamdır o dakika. 

İngilizce bununla kalmadı, hayatımızda hep yeri oldu. Mesela babam yeni birşey aldığımızda ve onun  pahalı olduğunu düşündüğü zamanlarda “How much” diye sorardı. Sanki o sorma şekli aldığımız nesnenin fiyatını onun istediği rakama çekecekti.

Ortaokulu ve liseyi devlet okulunda okudum. İngilizce ile yıllar sonra üniversite hazırlıkta çok acı bir şekilde karşılaştık. O senemi uzatmadım ama bir sonraki sene mesleki İngilizce adıyla altı kredi içeren ve son derece ihtişamlı bu ders benim yaz okulu maceralarımın başını çekti. Yazokulunu bekliyormuş benim bilinç altımdaki bıritiş leydi!!! Başarıyla sonuçlandı, en yüksek notları aldım. Peşini bırakmadım, bir de beş ay ingilizce kursuna gittim okul bitip çalışmaya başlayınca. Sonra burası çıktı.

Şimdi mi? Çok korkuyorum bu uzak doğulular benim muhteşem puronansıyeyşınımı bozacaklar diye…

Çok korkuyorum, en sevdiğim şey çaklıt, şakaleyt olacak diye…

Ö.Ö.S.

24.03.2011, Fujairah

Mr. Radgo...  |  16 Mart 2011

Mr. Radgo...

Kendisi benim soforum. Beni krese goturup getiren, calisma saatlerim disinda da ulasimimi saglayan

Fujairah’daki yegane duzgun ve temiz insan, o. Henuz ehliyetim olmadigi icin burada ulasim benim

icin cok buyuk problem arz ediyordu. Bindigim taksilerin koltuklarinda oturacak yer bulamiyordum.

Cok kirliler, bazen boceklerle seyahat ediyor bazen salim ile agzimi burnumu kapatip nefesimi o

sekilde almaya calisiyordum. Fujairah taksicileriyle yasadiklarim ise anlatmakla bitmez. Bir keresinde

birtanesi taksimetrede tutan miktarla tatmin olmayip fazlasini istemisti. Adamin bogazina atlamamak

icin kendimi nasil zor tuttugumu hatirlamiyorum.

Butun bu taksi olaylari sebebiyle Radgo benim icin cok onemli.

Hintli, 40 yaslarinda, burada yalniz yasayip ailesine para gonderiyor. Ailesini ne zaman gormeye

gidecegini sordugumda kafasini bana dogru cevirip saskin bir ifadeyle tabikide der gibi “HICBIR

ZAMAN” deyisini asla unutmayacagim. Bu hem komik hem de cok aci. Benim kres-ev mesafesi icin

aylik ne kadar kazandigini bilemem benim gibi kac musterisi var onu da bilmiyorum, yakin mesafe

bes, uzak mesafe yedi dirhem olmak uzere bir fiyat politikasi var. Saniyorum kazandiklari ailesinden

uzak kalip, ama onlari gecindirebilmek icin yeterli bir miktar.

Cok uzun suredir burada yasiyor. Babasi ulke kuruldugu yillarda buradaymis ve o zamanlar ki

yollari ve yasami anlatiyor bana. Bazen radyoyu acip kendi dilinde konusan spikeri buyuk bir

dikkatle dinliyor. Birgun ne konustuklarini sordum, bana bir hikaye anlatti. Hindistan’da bir devlet

dairesinde genc bir bayan calisiyormus. Hergun gec mesaiye kalip saatlerce calisirmis. Kendisi

gibi gec mesaiye kalan bir is arkadasinin hergun eve isyerinden dosya, kalem, delgec, tel zimba

vs. gibi bazi ofis malzemelerini goturdugune sahit olmus. Hatta goturdugu dosyalardan bazilari

doluymus!!! Bu durumdan rahatsiz olup amirine durumu aktarmadan once butun iyi niyetiyle is

arkadasini uyarmis. Uyarilan ve muhtemelen akil hastasi oldugu dusunuler is arkadasi, genc bayani

felc kalircasina dovmus. Bu kadin suan altmis yasinda ve o zamandan beri ne konusabiliyormus ne

de ayaga kalkabiliyormus. Adam o zamanlar mahkemede, ortada bir olum olmamasi sebebiyle birkac

yil ile hapis cezasi almis ve cikmis. Suan Hindistan’da bu adamin aldigi cezanin adil olup olmadigi

tartisiliyormus. Keski oldurseymis daha iyi olurmus diyenler, kendisine en agir cezanin verilmesi

gerektigini savunanlar ve ortada olen birisi yok, ceza adil diyenler varmis. O gun radyoda da bunu

tartisiyorlarmis. Radgo kesinlikle en agir cezanin verilmesi gerektigini savunuyor. Bence de. Vicdanim

oyle dedi icten bana.

O kadar temiz bir insan ki, kres tasimaciligini yaptisi saatlerde arka koltuga cocuklar kirletmesinler

diye devamli bir ortu yayiyor. Mesai saatlerim disinda arabasinda hicbir zaman gormedim o ortuyu.

Tertemiz kokuyor, utusuz gomlek giydigini gormedim. Hergun beni eve birakirken saat 13:30’da

kapanan vegetable store’dan aldigi yemegin benim icin problem olup olmadigini sorar. Bende her

seferinde yok der gulerim. Kimbilir nasil bir yemek diye hep dusunuyorum yemek istedigimden degil

sadece merakdan…

Aslinda bu aralar dunyanin cok adaletsiz biryer oldugunu dusunuyorum. Beni cogu gunler elimde

spor cantamla alip mesai bitiminde de Hilton’a birakir. Aksama dogru bes gibi de alir. Arabadan

iceri girdigimde ise “good morning” der sakayla karisik. Evimizden onceki isiklarda her durdugunda

da “Hicbir zaman bu isiklari yesil yakalamadim, bence bu iste bir sey var.” der, supheci bir sekilde.

Hayati o kadar tekduze ki trafik isiklarinda hep kirmiziya denk gelmesini bir is var diye yorumluyor.

Benim hayatimda o kadar farkli tadlar var ki onunkini dusundugumde hep icimi huzun kapliyor.

Hep nasil bir hayat dusledigini dusunuyorum. Bazen uzaklara dalip ulkesindeki pirinc tarlalarini ve

cocuklarinin o tarlalarda nasil oynadiklarini anlatiyor. Ben bu dunyayi hic anlayamadim.

Ama bildigim tek birsey var yarin saat tam 7:30 da kapimin onunde elinde her sabah bana verdigi

sekerlerle karsimda olacak. Iste bu a Mr. Radgo…

16.03.2011, Fujairah

O.O.S.

Ben ve İstanbul | 12 Subat 2011

Birbirini her gördüğünde sanki daha önce hiç karşılaşmamış gibi davranan utangaç çocuklar gibiyiz. İtiraf ediyorum, ben İstanbul’a hayranlık duyuyorum. Dile getiremiyorum bazen. Bir şekilde birşeyler bizim yolumuzu kesiştirdiğinde, yine yolumuzu kesiştiren şey bizi erkenden ayırıveriyor. Bazen birgün, bazen de cömertliğine denk gelirsem iki gün. Ama yeter mi İstanbul’u yakından tanıyıp sevmeye.

Girerim adını bir türlü öğrenemediğim tarafından Avrupa’nın, geçtiğim yerler en özel yerleridir İstanbul’un, Yeniköy, Bebek sahili ve Baltalimanı, adını bildiklerim sadece bu kadar. Baltalimanı Polis Evi son duraktır. Seviyorum orayı çünkü İstanbul’la aramızda köprü olan yegane şey o. Hatırlıyorum babamla Hisar’a kadar yürüdüğümüzü, sahilden. “Ne kadar da güzelmiş İstanbul” dediğimi, ama hep uzaktan bakmak zorunda kaldığımı hatırlıyorum. Babamın da cevabı hep aynıydı “İstanbul uzaktan güzeldir.”

Bir de İstanbul’a her gittiğimizde babamın bana Perili Köşk diye gösterdiği yalıyı unutmam. Sanıyorum şimdilerde BMW orayı restore etmiş ve holding binası olarak kullanıyor. Köprünün ayağında, yarım yamalak hatırlıyorum. Kasvetli büyük gösterişli bir bina, ne amaçla yapılmış kim yapmış hiçbir bilgim yok, ama hep dikkatimi çekmiştir. Her gittiğimizde de sorardım ‘nerede nerede’, göstersin diye.

İstanbul’da yaşayanlara hep özenmişimdir. Onlar için Taksim’e, Bebek’e, Nişantaşı’na gitmek o kadar normal ki benim için ne kadar önemli olduğunu tarif etmek bu sebeple bazen yetersiz kalıyor. Yurtdışında Avrupa’da bir şehir gibi geliyor, İstanbul bana. Gitmek ayrıcalık. Sanki otoyol gişesi pasaport kontrolü.

Girdikten sonra İstanbul’a, hiç gözümü ayırmam camdan aman birşeyi kaçırmayayım, olur da bir ünlü yanımızda durursa onu, güzel bir bina varsa onu, boğazdan harika bir kare kaçırmamalıyım diye.

Kısa Türkiye seyahatimizde yine buluştuk İstanbul’la. Bir fark vardı artık. Bana mekanlari tanıtan, boğazda İskele Restorant’da rakı kadehlerimizin çarpıştığı, gözlerimizi ayırmamacasına boğaza baktığımız sevdiğimle ayrı güzeldi İstanbul.

Ne kadar da garip değil mi sizin için çok sıradan olan bir şey bazen başka birisi için böyle yazı yazmaya değer bir olgu olabiliyor.

02.12.2010, Fujairah

Ö.Ö.S.

Wafi Yüzü | 25 Ocak 2011

Mert’in Ankara’dan misafirleri gelecekti ve onlarla birkac gun arka arkaya Dubai’de toplantilari vardi. O gun Dubai’deyken misafirlerin kalacaklari otelin yerini ogrenmek icin Wafi Mall civarlarina gittik. Wafi Mall’un uzaktan cok hos bir goruntusu vardi ilk gordugum an otel sandim. Mert’den AVM oldugunu duydugumda ise oraya gitmek icin ayaklarim birbirine dolandi. Mert’in de ister misin sorusuyla evet diye atladim.

Cok guzel bir AVM, genis, rahat, sakin hos bir yer. Chanel, Roberto Cavalli gibi dunya modacilarinin butikleri var. Aslinda biraz kucuk bir yer tabi Dubai Mall’la kiyaslandiginda. Magaza sayisi da az. Restoran bolumu de gayet guzel. Cok hos bir Italyan restorani var, Mezzo.

Butun bu mekanlari gezerken, gozume devamli takilan bir billboard var. Okumak icin durdugumda Wafi’nin facebook uzerinden her ay o ayin Wafi yuzu olarak birini sectigini ogrendim. Ayrintilari ogrendikten sonar oradan ayrildik ve eve gelir gelmez ilk isim bir kac fotografimi gondermek oldu. Aralik ayi bittiginde ise hala bir yuz secilmemisti.

Turkiye’ye gittik, ikinci haftamizin basinda ayin yuzu aciklandi. Bendim. Cok sevindim. Genelde bu tur yarisma, cekilis gibi aktivitelerde sanssiz sayilabilecek bir bireyim. Carkifelek tarzi yarismalarda carki cevirdigimde hep bosa gelir.Cekilis cekilir benim disimda herkese birseyler cikar. Bu sebeple bu sonuz beni cok heyecanlandirdi. Kazandigim sey ise 1000 AED hediye cekiydi. Yarisi ‘Shopping’ yarisi ‘Beverage’ di. Hemen gerekli bilgilerimi mail attim cekimi almak uzere halkla iliskiler yoneticisiyle randevulastik.

Bugun cekimi almak uzere Wafi’deyim. Ne mi alacagim? Isin garibi bilmiyorum. Ama ne yiyecegimi cok iyi biliyorum.  

Ö.Ö.S

25.01.2011, Fujairah

Eve dönüş | 4 Ocak 2011

Ülkemden ayrılıp, buraya doğru yola çıkarken kafamda hesap yapıyordum. Mert’in ilk izni hangi aya denk geliyor diye. Aralık. Aralığın sonuna denk geliyordu. Hergeçen gün kalan zamanı hesapladım. Anneme babama ablama ve arkadaşlarım dahil bütün sevdiklerime kavuşacağım zamanı. Ama ben buraya alıştım hayat arkadaşımla yeni kurduğumuz bu hayata bu ülkeye, hintlilere, pakistanlılara ve filipinlilere, Lulu’ya, Centerpoint’e Dubai’ye, galiba ben buraya bayağı alıştım ve evim burası artık. Bunu kabullendim.

O kadar heyecanlıyım ki. Tunalı’da yürümek istiyorum. Panora’da saatlerce gezip yorulup bir yerde türk kahvesi içmek istiyorum. Sıkıcı bulduğum Armada’ya gitmek istiyorum. Evimizin yakınındaki Gordion. Heryeri öyle özledim ki. Karyağınca bembeyaz olan Ankara manzaramızı. Alıveriş merkezlerini de yılbaşı heyecanı sarmıştır. Kocaman kocaman, gelin kız gibi süslenen çam ağaçları. Pek güzeldir şimdi Türkiyem.

Sanki bütün Ankara bizi bekliyormuş gibi geliyor bana şimdi. Atatürk Havaalanına indiğimiz an bizi karşılamak için sanki bir ekip bekleyecek. Ben özledim ya herkesi herşeyi, onlarda bizi özlemiştir. E bir hazırlık yapmışlardır herhalde, ben çok hazırlık yaptım. Hurmalar, kumaşlar, takılar birsürü şey aldım sevdiklerime. O kadar zevkliydi ki bu alışveriş çok mutlu oldum. Aldıklarımı onlara verdiğimde yüzlerinde oluşacak o sıcak mutluluk ibaresini hayal ettim daha da bir şevke geldim.

Böyle sanki hep ülkemi özlüyorum, hep orayı düşünüyormuşum gibi gelmesin size ben buraya, sevdiğimle burada kurduğum hayata o kadar çok alıştım ki. Benim evim de yuvam da burası artık. Dönüp dolaşıp geleceğim yer burası.  

İşte geldim burdayım sonunda. Havanın soğuğu anlatılamaz derecede, burnu düşürürcesine bir soğuk. Öğrenciliğimi hatırlatıyor bu soğuk bana. Saatlerce okul servisini beklerken üşümemek için şekilden şekile girişim. Yine de güzeldi, o yüzden de çok özlediğimi fark ettim bu soğuğu ve Ankara’yı.

Şimdi ben burada ailemle, sevdiklerimle ve Ankaramla hasret giderirken siz de kendinize ve yeni yuvama göz kulak olur musunuz?

P.S. Bu arada yeni yıl hepinize, sevdiklerinize güzellikler getirir.

Ö.Ö.S.

04.01.2011, Fujairah

Normale Donelim | 10 Aralik

Misafirimiz geldi, geçti. Muhteşem vakit geçirdik. Galiba Dubai ile yeni tanıştım. İki gün bir gece. Yine de ben Dubai’ye doyamadım.

İlk gün otele yerleştikten sonra, şöyle geleneksel, Mall of the Emirates turu ve alışverişi, ardından üzerimizi değiştirip süslenme zamanı. Akşam gittiğimiz mekan, hep gitmek istediğim fakat Fujairah’a dönmek durumunda kaldığımız için bir türlü fırsat olmayan Buddha Bar’dı. Gerçekten çok keyifli bir rmekan. Dekorasyonu, müzikleri, yemekleri herşeyini çok beğendim. Ayrıca DJ’i de çok takdir ettim gece boyunca beşten fazla Türkçe şarkı çaldı. Çok seviyormuş Mustafa Sandal’ın ve Tarkan’ın şarkılarını. Gece çok keyifliydi. Tavsiye edebileceğim şeyler yedik. Yemeğimiz bittikten sonra dinlenmek üzere otele gittik. Ertesi günde Safari deneyimimiz oldu o da gerçekten çok keyifliydi.

Bütün bu yazdıklarımı yasarken, zaman hiç bitmeyecek sandım. Aslında ben anımı yaşamayı çok iyi bilirim. Kendime küçüklüğümden beri  alışmayı öğrettiğim yegane şey “Anımı Yaşamak”. Çünkü bir sonraki günü yaşadığım zamanlarda oldu, o zamanlarda ben bulunduğum anın tadına varamadığımı ve zamanın kaçıp gittiğini anladım. Çok anımı yaşadım hatta herşeyi unuttum ama yine de bitti gitti işte. Misafirimiz gitti kaldık yine başbaşa. Aslında biz zaten başbaşa olmak için birlikteyiz ama, ülkemden gelen, bizim için de çok önemli olan annemiz, tadını damağımızda bıraktı gitti.

Yine eski düzenimize daha doğrusu oluşturup alışmaya çalıştığımız düzenimize geri döndük. Şimdi bambaşka heyecanlarla günlerimizi geçiriyoruz. Şimdi sırada ilk ülkeme ailemin geri kalan kısmına arkadaşlarıma kısacası sevdiklerime kavuşmak var biliyorum yine gelip geçecek özlem oturup yerleşecek hayatımıza ama ben yine de anımı yaşayacağım.

Bir liste hazırlayacağım, dönerken getirmek üzere, burada olmayıp özleminin içimizi kavurdu gıda maddeleri olabilir. Dolabımda kalıp beni de al beni de al dediklerini duyar gibi olduğum baharlık yazlık kıyafetlerim. Aralarında seçim yaparken çok zorlandığım ayakkabılarımdan geriye kalanlar. Ve daha bir sürü şey.

Keşki bütün sevdiklerimi de gelirken bavuluma sığdırıp yanımda getirebilsem. Özlemini hissettiğim bir tek onlar var...

Ö.Ö.S.

10.12.2010, Fujairah

Ilk Misafirimiz geldi | 27 Kasim

İlk misafirimiz geldi, eşimin annesi.

Türkiye’den gelen uçakların, geliş saatleri biraz garip. Bir de saat farkı ikiye çıkınca, e birde biz Fujairah’da yaşadığımız için, saat 12 de Fujairah’dan yola çıkmak zorunda kaldık. 2:40’da eşimin annesiyle sarılarak, güzel ama kısa bir sürenin ilk adımını atmıştık. Arabaya bindik ve dağlar içinde bizi bekleyen Fujairah’a doğru yola çıktık.

Yol boyunca, misafirimizin buraya gelen ilk misafir olması sebebiyle, bizim çok heyecanlı oluşumuz gibi duygularda bunlara eklenince, kadıncağızı bunaltırcasına, burası Mirdif, Dubai biraz daha içeride kalıyor, yolumuz uzun ayaklarını uzat dinlenmene bak, sağ taraf şurası sol taraf burası diye sanki Mert’le yarışırcasına bir çırpıda anlatmak istedik Dubai’yi, aslında gecenin o saatinde bir Dubai turunu aklımdan geçirmedim desem yalan olur ama tabiki dile getirmedim, biraz tepki görebilirdim yorgun ailemden.

Ertesi gün iyice dinlendikten sonra, ne kadar da çok gezecek yeri olmasa da, Fujairah’nın kaide değer yerlerini gezdik, eşimin annesiyle. Hemen biten Fujairah’nın arkasından bir gün sonra Dubai’yi görmek insana güzel geliyor.

Sabahdan Medinat Jumeirah, ardından Palm Jumeirah, Atlantis’de bir öğlen yemeği ve akvaryum gezisinin ardından, bir Dubai Mall klasiği, insanı çılgına çevirip hangisine gireceğini şaşırtan Fashion Avenue, Fountain manzarasıyla yemek ve Burj Khalifa.

Fotoğraf çekmeyi çok seven hatta bu konuda bayağı yetenekli olduğunu düşündüğümüz annemiz, muhteşem kareler yakaladı. Ben de kendisiyle yarışırcasına, telefonumla kareler yakalamak için kendimi parçaladım. Yine de bugün fotoğrafları gözden geçirirken, aslında ne kadar da güzel kareler yakaladığımın farkına vardım. Adaları yukarıdan net bir şekilde görebileceğimi düşünürken, Bur Al Arab’ı da görmekte bayağı zorlandım. Aslında, Burj Khalifa güzeldi, ama insan çok fazla şey beklediği için biraz hayal kırıklığına uğruyor. Dünya’nın en yüksek binası ya, insan Dubai’den fazlasını görmeyi bekliyor. En nihayetinde insan elinin el verdiği en geniş bakış açısıyla Dubai yine de keyifliydi.

İnsan Dubai’ye gidip daha önceden gördüğü bir yerin daha öncekinden farklı mekan ve cisimlere sahip olduğunu fark ettiğinde gerçekten burasının heyecan verici bir yer olduğunu anlıyor.

Çok güzel bir tatil günüydü ama birgün oluşu, Fujairah’a dönmek , doymak için pek de yeterli değil.

Haftaya Cuma için çok harika planımız sonucu ortaya çıkan deneyimlerimi tekrar paylaşacağım. Çünkü yaşasın UAE National Day :)

Ö.Ö.S.

27.11.2010, Fujairah

Burada ilk bayram | 20 Kasim

Bu bayram biraz zordu. Aslında burada, BAE’de ikinci bayramım. Ramazan bayramında yeni gelmiştim buraya. Dubai’ye, Fujairah’a ve 3 aydır görmediğim ve özlediğim eşime alışmakla geçmişti o bayram, ailemden henüz ayrılmış olduğum için pek de hissetmedim açıkcası bayramı.

Ama bu bayram zordu. Eşimin şantiyesinde kurban kestik. Bayramlıklarımı giymedim mi giydim tabi bu geleneği çok seviyorum.

İdarede, Türk çalışanların sayısı fazlaca olduğu için orada bir bayram yemeği yedik. Etlerimiz hemen pişti, pilavlar, kavurmalar. Türk ustanın elinden çıkan müthiş yemekler. Çok keyifli büyük bir masa ve biz bir aile gibiydik. Ailemi özlemiştim ama onlar bana orada yanlız olmadığımı hissettirmişti. Ta ki, eşim Türkiye’yi arayalım diyene kadar. Dışarıya çıktık önce eşimin annesini, cevap vermedi, eşimin babası cevap verdi, konuştuk sanırım ilk duyduğum ses olduğu ve kendimi ağlamamak için çok sıktığım için bu konuşma sağlıklı geçti. Daha sonra benim annem ve babama gelince sıra, daha eşim telefonundaki “YES” tuşuna basar basmaz benim musluklar açıldı. Kendimi nasıl sıktığımı ağlamamak için elimden geleni yaptığımı anlatamam size. Biliyordum, ben ağlarsam sadece annesinin vefatında ağlayan babam, zaten dünden razı olan annem ağlamaya hemen başlayacaktı. Aklıma ne kadar komik şey varsa onları getirdim eşim konuşurken. Biraz durulduğumu hissettim, eşim telefonu bana uzattı, ---Babacığııııım,

-Yavruşuuuum...

işte ancak buraya kadar dayanabildim titrek, aslında dışarıdan bakıldığında da komik sayılabilecek bir şekilde bayramını kutlamaya, iyi olduğumu söylemeye çalıştım ama nafile babamda bıraktı kendini o bırakınca ben nasıl tutayım, annem aldı telefonu, annem zaten muhtemelen, biz aradığımızda başlamıştı ağlamaya. Onunla da konuşamadıktan sonra anneannem dedem, diğer dedem derken benim gözler kızardı, burun kızardı göz çevremde minik benekler oluştu ve ben artık 1 km uzaktan bile farkedilebilecek bir hal aldım. Biraz sakinleşince içeri girdik ağladığımı farkedenler teselli etmeye kalkıştı ama eşim olaya noktayı koydu, tamamen show amaçlı ayağa kalkıp “Senin annende benim babanda” diye bir çıkış yaptı, bütün yemekhane onu alkışladı ve gülmekten bir hal olup beni de bu psikolojiden çıkardılar. Derken eşimin annesi aradı kaldığım yerden devam ettim sanki az önce kahkahalarla gülen ben değildim. Aynen devam ağlamaya, kızarmaya ve morarmaya.

Ancak bir saat sonra bu moddan çıkabildim, çünkü Dubai’ye doğru yola çıkmıştık. Sizin alıştığınız, belki de çok sıradan gelen o Dubai benim yegane neşe kaynağım. Dubai demek alışveriş demek, medeniyet demek istediğimi giyip gezmek demek. Yine de özledim ülkemin bayramlarını şimdiden hemde...

Ö.Ö.S.

20.11.2010, Fujairah

Bambaşka Diyarlarda | 15 Ekim

Uzaktayım, bambaşka bir memleketteyim, zor mu zor… Tenler başka, sesler başka, yüzler başka, dillerse bambaşka.

Güzel ülkemin, saf olsa da, her şeye kansa da, yapılanları unutup atalarımızın kemiklerini sızlatsa da, merhametinden eser yok insanımın. Kimse konuşmayı sevmiyor, gözlerinin içine bakıp, güven vermeyi sevmiyor.

Yiyecekler bile bambaşka. İlk kez markette yumurta bakıyorum, hangisinin daha iyi olabileceğine karar vermeye çalışıyorum. Yanıma peçeli sadece gözleri gözüken bir bayan geliyor, gözlerinde bir kelepçe, eşinin ilk eşi olduğunun simgesiymiş onu taşımaktan büyük gurur duyuyor;

“Excuse me, which one is better”

“This one, red one”

“Thank you so much, I’m new in Fujairah”

“…”

Yüzünün tamamı görünmese de, gözlerde ne bir tebessüm ne bir sıcaklık, bu kadar. Sohbet bu kadar, paylaşım bu kadar. Kırmızı dediği ise koyu renk yumurtalar. Kendimi birden o kadar yalnız hissettim ki anladım işte o zaman anladım galiba burada kimseyi anlayamayacağım, ne yazık ki kimsede beni anlayamayacak.

Hava sıcak hemde çok sıcak, daha önce tatmadığım bir sıcak. Sıcak hava insanın yüzüne çarpıyor. Dışarıda bir allahın kulu yok, evlerde balkon yok, yürüyen insan yok, camı açık ev yok. Sabah da sıcak, öğlen zaten sıcak, gece bile sıcak. Sabah kalkıp camı açıp eve havalandırmak gibi bir imkanda yok. Klima… Tek şansın klima. Biraz oda oksijen dolsun istiyorsan, tek çaren devir daim klima. Kapalı alanlarda asla hissedilmiyor, dışarıya çıkıp arabaya girildiğinde bile kliması saatlerce çalışmamış olan araba serin geliyor insana, burada insanın yüzünü gıdıklayan meltem yok. İnsanın içini kıpır kıpır yapan esintilerde yok.

Güzellikleri yok mu var tabi her memlekette olduğu gibi, bir kere Dubai’si var, yüksek yüksek (ama alışılmışın dışında çok yüksek) binaları, muhteşem alışveriş merkezleri,  marka zenginliği, harika görsel Showlar, olağanüstü yapay adalar, adalara kurulmuş oteller ve yaşam alanları. Bunlarda muhteşem yerler.

Otellerinde meşhur bulunduğu katın adı verilen barlar var “Bar 44”, manzaraları muhteşem, mekanlar harika.

Ama bütün bunlar olsa da yüzler yine başka, yine başka…

Sokakta yürürken selam vermek yok, asansöre bindiğinde veya bir yere girdiğinde selam vermek yok, hatta asansörde yanıma biri gelmesin diye kapıyı hemen kapatmak gibi özellikler ortaya çıkıyor burada.

Biraz zor anlayacağınız başka bir memlekete, kültürüne, marketine, havasına suyuna alışmak bayağı zor.

Ö.Ö.S

15.10.2010, Fujairah